10 Eylül 2010 Cuma

Maria Missakian

" - türk müsünüz siz?

adamakıllı kaptırmış birşeyler yazıyordum, birdenbire bu soru! paris’te birisini türk’e benzetmek kimin aklına gelir, olsa olsa o taraflı bir başka gurbetçinin: oysa, yanıbaşımdaki masadan apaydınlık gülümseyen genç kız soruyu paris varoşlarının o yuvarlak aksanıyla sormuştu. çık işin içinden çıkabilirsen. duru güzel bir kızdı bu, hafif çekik lacivert gözleri hülyalı, karanlık saçlarında mıknatıslı mavi çakıntılar, neredeyse saydam beyaz bir ten. adını söyler söylemez, türk olduğumu bir kerede nasıl kestirebildiği sır olmaktan çıktı:

-maria misakyan.

sabahın gamlı saatleri, sinsi bir soğuk boy camlarının ardında gittikçe yoğunlaşıyor. quartier’deki eski dupont, gerilerde bir masa vietnam’lı, bir masa zazou floresant tüpleri kahvenin içini bir akvaryum gibi donuk beyaz aydınlatmış. yanılmışlık sıkıntısı, beyhudelik duygusu, kral yalnızlık. peki, ne ister benden bu “çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk?” hiçbir şey! eğer rahatsız etmezse türkiye’den açalım istiyormuş: anasıgil bursa’lı imişler, “tehcir” yıllarında gelmişler, o gennevilliers’de doğmuş, iki göz bir evde oturuyorlarmış, durumları kötü.

içimde biraz biraz polis midir nedir korkuları, yine de havamız yerinde, yemeği bir başka ermeninin, toprağı bol olsun, sofi’nin lokantasında yiyoruz; sofi patavatsız içtenliği ve anadolu ermenisi türkçesiyle gelip, acele, “aramızı yapmağa” kalkışmaz mı: kaşla göz arasında maria’ya ermenice olarak:

-sen bu çocukla evlen, diyor, korkacak ne var, artık ermenilerle türkler barıştı.

bunu maria’nın ansızın kızarmasından seziyor, birkaç ay sonra da o hanım gülümsemesiyle hala utanarak anlatınca, kesinlikle öğreniyorum. depart kahvesindeyiz. artık maria st.-michel bulvarı’ndaki bir tüfekçi mağazasında çalışıyor, öğle paydoslarında beraberiz: sütlü kahve, jambonlu sandviç, olmayacak hayaller. bir akşamüstü rex sinemasında maria montez’in bir filmini seyrediyoruz, profilden ünlü yıldız maria’ya benzetiyorum, ona baktığımı hissediyor hemen:

- kaptan, diyor, bana bakıyorsun.
- evet, diyorum, sana bakıyorum maria.
- niye bana bakıyorsun? diyor
- seni, diyorum, şu perdedekine benzettim de.

büyük bir içtenlik, deyimlemesi zor bir minnet duygusu ile elini yumuşacık uzatıp elimi tutuyor. ürperiyorum.
döndükten birkaç ay sonra, o zaman bahçeler sokağı’ndaki evdeyiz. londra’dan bir kart: çalışmaya oraya gitmiş, yalnız ve mutsuzum diyor. ben de yalnız ve mutsuzum. çolpan (ilhan), henüz akademi’de öğrenci, “onu çağırsana ağbiy” diyor, çağırıyorum; geliyor, gelecek, geldi diye bir süre avunuyoruz; mektupların görünmez mekiği aramızda anlaşılmaz bir yakınlaşmadır dokuyor; içim bir cam top gibi, gözlerimi kıstım mı, derinliklerimde bir yerimde strasbourg-st-denis’deki kahvenin iç salonu, pazar fransızları, filtreli kahve, yanımda maria; o akşam, yüksekkaldırım’dan inerken, şiir geliyor adeta zorla yazdırıyor kendini:

“yüksekkaldırım’da bir akşam
maria misakyan’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım...vs.”

maria gelemedi. istemediğinden veya istemediğimden değil. akla gelmez sebeplerden: paris’teki taşnaksutyun ermeni komitasının elebaşılarından, komitanın organı hayistan gazetesinin sorumlularından savarış misakyan diye biri vardı, uzaktan bilmem nesi olurmuş, gayet karanlık bir adam, türk düşmanı, işi hem onun yönünden karıştırdı, hem benim yönümden; istemeye istemeye koptuk! yıllarca sonra mırç memlekete döneceği sırada gitmiş onu aramış bulmuş, karşılaşır karşılaşmaz:

“-maria’nın selamı var, dedi. hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. biraz fazlaca içiyor. seni konuşurken gizlice ağladı.”

işte böyle kardeşim hilmi, yazının buraya kadarı senin için: hiç değilse ben maria misakyan’ı yaşadım. arasıra resmine bakmak gelir içimden, albümden arar bulurum: resimlerin bir iyiliği de insanları hep öyle genç saklamaları mı?"

attila ilhan'ın ünlü şiiri maria misakyan'ı merak eden okuyucusuna yazdığı cevap.
şiire gelirsek;

yüksekkaldırım'da bir akşam
maria missakian'ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım'da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam

döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam

gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan

yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris'te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris'i
sana kaçmayı tasarlar her akşam

22 Ocak 2010 Cuma

Rainer Maria Rilke - Zeytinlik

Kurşunî yapraklar altında çıktı yukarlara
kurşunî hep ve zeytinliklere karışırcasına;
toza belenmiş alnını gömdü sonra
kızgın elinin tozluluğuna.

Hepsinden sonra bu. İşte buydu sonu.
Gözlerim körleşirken gitmeliyim ben;
neden istiyorsun bunu, var olduğunu
neden söyliyeyim, seni artık bulamazken.

Artık bulamıyorum seni bende, hayır.
Başkalarında da. Bu taşta da yoksun sen.
Artık bulamıyorum seni. Yalnızım ben.

Bütün insanlığın acısıyla yalnızım,
onu seninle hafifletmek için omuzlamıştım;
oysa yoksun, adsız utanç, sen...

Sonradan anlatıldı: “Bir melek geldi derken...”

Ne meleği? Ah geceydi gelen
ağaçlarda yaprakları ilgisizce kımıldatarak.
Havarilerse düşlerinde sıçradılar ancak.
Ne meleği? Ah geceydi gelen.

Görülmemiş bir gece değildi gelen gece;
onun gibi yüzlercesi geçip gider.
Sonra köpekler uyur, taşlar durur öylece.
Ah yaslı bir gece, ah herhangi bir gece
tekrar sabahın olmasını bekleyen.

Melekler böyle yakaranlara gelmez çünkü,
geceler genişlemez bunların çevresinde.
Kendini kaybedenleri her şey bırakır yüzüstü;
babalar onları terkederler,
kapanır onlara analar rahmi de.

15 Ocak 2010 Cuma

Bir CHP Klasiği: Türk Kürt Kardeştir Gerisi Davutyan - Arus YUMUL

CHP’li Öğüt “…soyadın Davutoğlu mu, Davutyan mı?” diye çıkışırken Davutoğlu’nun Kürt değil de Ermeni olduğunu ima ediyor: Türk-Kürt kardeş olduğuna göre ancak aile dışından birisi ailenin çıkarları veya ortak ülküsü aleyhine çalışabilir!..

RAB onu şöyle yanıtladı:

“Rahminde iki ulus var,

Senden iki ayrı halk doğacak,

Biri öbüründen güçlü olacak,

Büyüğü küçüğüne hizmet edecek.”

Yaratılış (25:23)

Bugünlerde herkes kardeşlikten söz ediyor. Kardeşlik güzel şey, barış, uyum, dostluk, yardımlaşma, dayanışma gibi olumlu çağrışımları olan, kolay kolay karşı çıkılamayacak bir kavram. Hele söz konusu olan evrensel kardeşlik olunca. Oysa kardeşlik ilişkisi aynı zamanda Habil ile Kabil örneğinde olduğu gibi kardeş katlini, Esav ile Yakup’un hikayesinde görüldüğü gibi eşitsizliği, Yusuf ile kardeşlerinin öyküsünün gösterdiği gibi kıskançlığı da içeren bir ilişki. Çiftçi olan Kabil, Tanrı’ya toprağın ürünlerini adar. Çoban olan kardeşi Habil ise “ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını” (Yaratılış, 4:4) getirir. Tanrı Kabil’in adağını reddeder, Habil’inkini kabul eder. Kabil buna çok kızar ve kıskançlık içinde Habil’i öldürür. Kabil artık döktüğü “kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altında”dır ( 4:11). Yakup önce ilk oğulluk hakkını açlıktan ölmek üzere olan ikiz kardeşi Esav’dan ekmek ve çorba karşılığında satın alır, daha sonra Esav’ın yerine geçip gözleri görmeyen babası İshak’ı kandırır ve babasının, kardeşi yerine kendisini kutsamasını sağlar. İshak Yakup’u “Kardeşlerine egemen ol, Kardeşlerin sana boyun eğsin” (Yaratılış, 27:29) diyerek kutsar. Yakup’un on iki oğlundan Yusuf, kendisini kıskanan kardeşleri tarafından önce ölmesi için kuyuya atılır, daha sonra kuyudan çıkarılıp yirmi gümüş karşılığında İsmaili’lere satılır.

Geniş aile olarak toplum

Toplumun metaforik kavramlaştırılması yaygın bir pratik. Bu metaforik imgelemenin en sık başvurulanlarından biri de toplumu bir aile olarak hayal etmek, toplumsal ilişkileri akrabalık metaforlarıyla anlamaya, anlaşılır kılmaya çalışmak. Akrabalık metaforları toplumu dikey olarak ana-baba çocuk, ağabey-kardeş; yatay olarak da kardeşlik ilişkisiyle birbirine bağlanan büyük bir aile olarak kurgular. Milliyetçi söylemde hem dikey hem de yatay aile metaforları dayanışma bağlarını güçlendirmek, toplumun birlik ve beraberliğine vurgu yapmak için sık sık kullanılır. Milliyetçilik bir yandan “modern-öncesi” olarak kurguladığı yerel ve ailevi bağlılıkları milli kimlik potasında eritmeye çalışırken, öte yandan milleti, mensuplarının aynı “ana” dili konuştuğu, aynı “ana”vatan ya da “baba” toprağını paylaştığı -”kız alıp kız vermek” sözünün de ortaya koyduğu gibi- özünde erkek “kardeş”lerin ruh birliğinin oluşturduğu kederde, tasada, kıvançta müşterek geniş bir aile olarak tahayyül eder. Milletin mensupları arasında kurgulanan bu sembolik akrabalık milletin ve milli kimliğin sınırlarını çizer. Kimin aileden sayılıp kimin sayılmayacağını, kimin millet denilen “muhayyel cemaatin” doğal üyesi olup kimin dışlanacağını önceden belirler. Ne de olsa “biz” duygusunun, biz/onlar ayrımının ilk geliştiği yer ailedir.

‘Türk müsün değil misin?’

Milliyetçi söylem dayanışma, birbirini kollama, karşılıklı görev ve sorumluluk bilinci ile birlik beraberlik ruhuna uygun hareket etme gibi özelliklerle donandığını varsaydığı ailenin ahlaki yapısını vurgulayıp, bu ahlaki yapıyı millet ölçeğine taşımaya çalışır.

Bunu yaparken bu davranış kodlarına uygun davranmayıp, aile ideolojisine karşı çıkanlara şüpheyle yaklaşır. Tıpkı zaman zaman ana babaların kendileri gibi davranmayan, düşünmeyen, aile birliğini bozguna uğratan “aykırı” çocuklarına hastanede başkasının çocuğuyla karıştırıldığından kuşkulandıklarını şaka yollu da olsa onlara ima etmeleri gibi aile kodlarına uygun davranmayanların mensubiyetini sorgulamaya açar. Amerikan NBS televizyonunun Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunu Kürdistan diye göstermesine hükümet ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu sessiz kalmakla suçlayan CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt “ Dışişleri Bakanı sen ne işe yararsın? Senin soyadın Davutoğlu mu, Davutyan mı? Bilelim de. Davutyan’san sen. Ermeni açılımı yapıyorsun. Senin adın ne kardeşim, soyadın ne? Sen Türk müsün? Türkiye Dışişleri Bakanı mısın?” diye çıkışırken neden Ermeni açılımından bahsetmek ihtiyacını duymakta ve neden Davutoğlu’nun Kürt değil de Ermeni olduğunu ima etmektedir? Sonuçta ülkenin bir parçası Kürdistan olarak gösterilmiştir, Ermenistan değil. Ama Türk-Kürt kardeş olduğuna göre bunu yapan ancak bir Ermeni olabilir.

Ne de olsa ancak aile dışından birisi ailenin çıkarları veya ortak ülküsü aleyhine çalışabilir. Zaten bu söyleme göre Abdullah Öcalan “Ermeni dölü,” PKK’lılar sünnetsiz gayrimüslimler, Ermenilerden özür dileyen aydınlara karşı düşmanca tavır takınmayan Abdullah Gül de Ermenidir. Aileden olsalardı böyle davranmaya gönülleri elvermezdi.

Aile metaforlarıyla bezenmiş bir toplum algısı özel ile kamusal alanı birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda karmaşık siyasi ve tarihi süreçleri duygusal ve ideolojik işlevler yüklenmiş bir dille basit, anlaşılır, tanıdık, bildik temalar etrafında kurgular. Aile metaforları siyasi meseleleri gündelik hayatın diline tercüme ederken topluluklar arasındaki ilişkileri özel alanının, özellikle de aile hayatının, idealize edilmiş norm ve değerlerine indirger.

Kardeşlik mi arkadaşlık mı?

Kürt sorunu tartışmalarında sıklıkla dile getirilen “kız alıp kız verme” argümanı da Kürtlerle Türklerin birlikteliğini kan bağı ile olmasa da evlilik yoluyla kurulan akrabalıkla, hısımlıkla ilişkilendirip aile bağları çerçevesinde değerlendir. Kardeşlik söylemi gibi, bu söylem de Kürtleri kurgulanan sembolik ailenin tabiî üyesi, dolayısıyla da birlik ve beraberliğin parçası haline getirirken, onların başkası olma hakkını inkar eder.

Hannah Arendt özel hayatın sıcaklığını, yakınlığını, doğallığını yüceltmekle birlikte siyasal yaşamın planlanmış, tasarlanmış doğasına işaret eder. Duyguların değil eylemin ön planda olduğu kamusal alan, katılımcılarına bir adım geriye çekilip birbirlerini soğukkanlılık ve nesnellikle değerlendirme olanağı tanıyan bireyler arası mesafeyi öngörür; kamusal alanda, özel alanın doğal ve yakın ilişkileri, vatandaşlar arasında kurulacak tarafsız, yansız bir dayanışma adına terk edilmelidir.

Büyük abi kim olacak?

Arendt bu yüzden siyasal yaşamın kardeşlik değil arkadaşlık üzerine kurulmasını savunur. Arkadaşlıkta iki hür ve eşit insan arasındaki karşılıklı ilişki, iki özgür iradenin birleşmesi söz konusudur. Oysa kardeşlik hem verili hem de hiyerarşik bir ilişkidir. “Büyük abinin” kim olduğu önem arz eder. Bu yüzden demokratik eşitlik idealine hizmet etmez. Arkadaşlık kardeşliğin aksine tercihi ve özgür tartışmanın gerektirdiği belirli bir mesafeyi içerir. Özel alanda bulunmayan, bizleri birbirimize bağlarken aynı zamanda ayıran bu mesafe, bu varoluşsal alan, bireylerin farklı pozisyonlar arasında dolaşmalarını, müşterek dünyalarına farklı açılardan bakmalarını mümkün kılarak hiç kimsenin tek başına kavrayamayacağı gerçekliği kavramalarını sağlar.

Arkadaşlığın temelinde birlik ve beraberlik değil, dünyayı insanileştiren özgür ve canlı bir görüş alışverişi, dünya ve gidişatı hakkında ardı arkası kesilmeyen bir tartışma yatar. Siyasi cemaatlerin oluşmasında tercihe dayalı arkadaşlık, kardeşlik bağları üzerine temellenen birlikteliklere kıyasla çok daha güvenilir ve kalıcı bir model oluşturur. Kriz zamanlarında, özellikle ortak düşmana karşı kardeşlik bağlarını harekete geçirmek kolaydır. Bu yüzden kardeşliğe vurgu yapan söylem Kürtlerin Türklerle Çanakkale’de birlikte savaştıklarını sürekli hatırlatmaktadır.

Teklik değil çokluk için

Ne de olsa “kardeşin düşmanlığı karşıdan düşman çıkıncaya kadardır.” Ancak tehlike geçtiği, ortak düşman ortadan kalktığı anda bu dayanışmanın kırılgan doğası açığa çıkar. Amerikalı Ermeni yazar Michael J. Arlen’a kendi kökenini araştırmak için gittiği Ermenistan’da bir Ermeni, “Bence Türklerle aramızdaki sorunun en kötü yönü neydi biliyor musun?” diye sorup kendi sorusunun cevabını yine kendisi verir: “Türkler ve Ermeniler kardeşti” der. Abdülhamit’e karşı güçlerini birleştiren İttihat ve Terakki ile Taşnak ilişkilerinin, 1908 yazında İstanbul sokaklarında sergilenen kardeşlik tezahürlerinin akıbeti hepimizin malumu.

Kardeşlik birlikte savaşmak için yeterliyken siyasal yaşamın temelini oluşturamaz. Nedeni aile metaforlarıyla kurgulanan millet anlayışının insana ait en başat özelliklerden birisi olan düşünce ve eylem hürriyetini önceden belirlenmiş kodlar çerçevesinde kısıtlamasıdır. Oysa siyasal alan farklı görüşlerin dile getirildiği, tarafların birbirlerini sadakat, görev, ihanet gibi duygu yüklü kavramlarla değerlendirmediği yeni sözlerin, yeni söylemlerin, beklenmeyenin dillendirildiği, tekliğin değil çoğulluğun hakim olduğu alandır.