sızımsızımsızım
ben süt mavilerde umarken günü aykırı sularda akşam oluyor
31 Temmuz 2011 Pazar
16 Temmuz 2011 Cumartesi
Gomidas ve Kınalıada
Gomidas Vartabed, 1914-1916 yılları arasında Kınalıada’ya sık sık gelmiştir. Eski adı Ağasi, şimdi ise Fazıl Hüsnü Aykaç isimli sokağın bitimindeki 76 numarada, odaları özellikle Ermeni aydınlara pansiyon olarak kiraya verilen iki katlı ahşap evde Şahan Berberyan, Panos Terlemezyan gibi aydın ve sanatçıların yanı sıra Gomidas Vartabed de konaklardı. Panos Terlemezyan’ın Gomidas Vartabed’i bir halı üzerinde oturmuş ve çam ağacına yaslanmış gösteren 1913 tarihli yağlıboya tablosu eski adalı Bercuhi Şnorhkyan’a göre Kınalıada’da yapılmıştır. Oysa Terlemezyan’ın o tabloyu Kütahya kaplıcalarına yakın bir yerde yaptığı yönünde iddialar da mevcuttur. Vartabed’in İstanbul Pangaltı’daki ikametgahını Terlemezyan ile paylaştığı düşünülürse ressamın aynı üslupla birkaç tablo daha boyamış olması ve iki dostun birlikte birkaç kez Kınalıada’ya gelmiş olmaları ihtimal dışı değildir.
Gomidas Vartabed’in İstanbul’da geçirdiği yazlardan pay biçerek onun Kınalıada’da kaldığı dönemin büyük ihtimalle 1914 yazı olduğunu söyleyebiliriz. Çankırı sürgününden döndüğünde de 1915 ve 1916 yazlarında Ada’ya gelmiş olabilir.
Gomidas Vartabed’in rahatsızlığının başlangıç döneminde yanından neredeyse hiç ayrılmayan Asdvadzadur Harents, hatıralarında: “Ekim 1916’da durumunda değişiklikler görülmeye başladı, her hafta neşesi giderek azalıyordu. Özellikle şu aklımdan hiç çıkmıyor: Bizi ziyaret ettiği son hafta güneşten dolayı hoşnutsuz ve kızgındı, oysa Kınalıada’da bulunduğu zamanlarda güneşin doğuşunun tadını çıkarırdı” der. Kınalıada Kilisesi, tepelikler ve çamlar melankolik Gomidas’ın kederli sesini sık sık dinlemiş olsalar gerek.
Kaynak: Krikor Damadyan ve Vağarşak Seropyan’ın derlediği 2007 tarihli Nersesyan Korosu adlı kitapta yer alan Adalı Episkopos Mesrob imzalı ‘Gomidas Vartabed ve Kınalıada’ adlı makale
22 Haziran 2011 Çarşamba
Hobi
Bahadır Cüneyt Yalçın
25 Nisan 2011 Pazartesi
i korintliler bap 13
1 | İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. |
2 | Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. |
3 | Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz. |
4 | Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. |
5 | Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz. |
6 | Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir. |
7 | Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır. |
8 | Sevgi asla son bulmaz. Ama peygamberlikler ortadan kalkacak, diller sona erecek, bilgi ortadan kalkacaktır. |
9 | Çünkü bilgimiz de peygamberliğimiz de sınırlıdır. |
10 | Ne var ki, yetkin olan geldiğinde sınırlı olan ortadan kalkacaktır. |
11 | Çocukken çocuk gibi konuşur, çocuk gibi anlar, çocuk gibi düşünürdüm. Yetişkin biri olunca çocukça davranışları bıraktım. |
12 | Şimdi her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz, ama o zaman yüz yüze görüşeceğiz. Şimdi bilgim sınırlıdır, ama o zaman bilindiğim gibi tam bileceğim. |
13 | İşte kalıcı olan üç şey vardır: İman, umut, sevgi. Bunların en üstünü de sevgidir. |
24 Mart 2011 Perşembe
Küçük Prens
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve işsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.
Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.”
Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.
10 Eylül 2010 Cuma
Maria Missakian
adamakıllı kaptırmış birşeyler yazıyordum, birdenbire bu soru! paris’te birisini türk’e benzetmek kimin aklına gelir, olsa olsa o taraflı bir başka gurbetçinin: oysa, yanıbaşımdaki masadan apaydınlık gülümseyen genç kız soruyu paris varoşlarının o yuvarlak aksanıyla sormuştu. çık işin içinden çıkabilirsen. duru güzel bir kızdı bu, hafif çekik lacivert gözleri hülyalı, karanlık saçlarında mıknatıslı mavi çakıntılar, neredeyse saydam beyaz bir ten. adını söyler söylemez, türk olduğumu bir kerede nasıl kestirebildiği sır olmaktan çıktı:
-maria misakyan.
sabahın gamlı saatleri, sinsi bir soğuk boy camlarının ardında gittikçe yoğunlaşıyor. quartier’deki eski dupont, gerilerde bir masa vietnam’lı, bir masa zazou floresant tüpleri kahvenin içini bir akvaryum gibi donuk beyaz aydınlatmış. yanılmışlık sıkıntısı, beyhudelik duygusu, kral yalnızlık. peki, ne ister benden bu “çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk?” hiçbir şey! eğer rahatsız etmezse türkiye’den açalım istiyormuş: anasıgil bursa’lı imişler, “tehcir” yıllarında gelmişler, o gennevilliers’de doğmuş, iki göz bir evde oturuyorlarmış, durumları kötü.
içimde biraz biraz polis midir nedir korkuları, yine de havamız yerinde, yemeği bir başka ermeninin, toprağı bol olsun, sofi’nin lokantasında yiyoruz; sofi patavatsız içtenliği ve anadolu ermenisi türkçesiyle gelip, acele, “aramızı yapmağa” kalkışmaz mı: kaşla göz arasında maria’ya ermenice olarak:
-sen bu çocukla evlen, diyor, korkacak ne var, artık ermenilerle türkler barıştı.
bunu maria’nın ansızın kızarmasından seziyor, birkaç ay sonra da o hanım gülümsemesiyle hala utanarak anlatınca, kesinlikle öğreniyorum. depart kahvesindeyiz. artık maria st.-michel bulvarı’ndaki bir tüfekçi mağazasında çalışıyor, öğle paydoslarında beraberiz: sütlü kahve, jambonlu sandviç, olmayacak hayaller. bir akşamüstü rex sinemasında maria montez’in bir filmini seyrediyoruz, profilden ünlü yıldız maria’ya benzetiyorum, ona baktığımı hissediyor hemen:
- kaptan, diyor, bana bakıyorsun.
- evet, diyorum, sana bakıyorum maria.
- niye bana bakıyorsun? diyor
- seni, diyorum, şu perdedekine benzettim de.
büyük bir içtenlik, deyimlemesi zor bir minnet duygusu ile elini yumuşacık uzatıp elimi tutuyor. ürperiyorum.
döndükten birkaç ay sonra, o zaman bahçeler sokağı’ndaki evdeyiz. londra’dan bir kart: çalışmaya oraya gitmiş, yalnız ve mutsuzum diyor. ben de yalnız ve mutsuzum. çolpan (ilhan), henüz akademi’de öğrenci, “onu çağırsana ağbiy” diyor, çağırıyorum; geliyor, gelecek, geldi diye bir süre avunuyoruz; mektupların görünmez mekiği aramızda anlaşılmaz bir yakınlaşmadır dokuyor; içim bir cam top gibi, gözlerimi kıstım mı, derinliklerimde bir yerimde strasbourg-st-denis’deki kahvenin iç salonu, pazar fransızları, filtreli kahve, yanımda maria; o akşam, yüksekkaldırım’dan inerken, şiir geliyor adeta zorla yazdırıyor kendini:
“yüksekkaldırım’da bir akşam
maria misakyan’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım...vs.”
maria gelemedi. istemediğinden veya istemediğimden değil. akla gelmez sebeplerden: paris’teki taşnaksutyun ermeni komitasının elebaşılarından, komitanın organı hayistan gazetesinin sorumlularından savarış misakyan diye biri vardı, uzaktan bilmem nesi olurmuş, gayet karanlık bir adam, türk düşmanı, işi hem onun yönünden karıştırdı, hem benim yönümden; istemeye istemeye koptuk! yıllarca sonra mırç memlekete döneceği sırada gitmiş onu aramış bulmuş, karşılaşır karşılaşmaz:
“-maria’nın selamı var, dedi. hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. biraz fazlaca içiyor. seni konuşurken gizlice ağladı.”
işte böyle kardeşim hilmi, yazının buraya kadarı senin için: hiç değilse ben maria misakyan’ı yaşadım. arasıra resmine bakmak gelir içimden, albümden arar bulurum: resimlerin bir iyiliği de insanları hep öyle genç saklamaları mı?"
attila ilhan'ın ünlü şiiri maria misakyan'ı merak eden okuyucusuna yazdığı cevap.
şiire gelirsek;
yüksekkaldırım'da bir akşam
maria missakian'ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım'da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam
döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam
gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan
yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris'te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris'i
sana kaçmayı tasarlar her akşam
22 Ocak 2010 Cuma
Rainer Maria Rilke - Zeytinlik
kurşunî hep ve zeytinliklere karışırcasına;
toza belenmiş alnını gömdü sonra
kızgın elinin tozluluğuna.
Hepsinden sonra bu. İşte buydu sonu.
Gözlerim körleşirken gitmeliyim ben;
neden istiyorsun bunu, var olduğunu
neden söyliyeyim, seni artık bulamazken.
Artık bulamıyorum seni bende, hayır.
Başkalarında da. Bu taşta da yoksun sen.
Artık bulamıyorum seni. Yalnızım ben.
Bütün insanlığın acısıyla yalnızım,
onu seninle hafifletmek için omuzlamıştım;
oysa yoksun, adsız utanç, sen...
Sonradan anlatıldı: “Bir melek geldi derken...”
Ne meleği? Ah geceydi gelen
ağaçlarda yaprakları ilgisizce kımıldatarak.
Havarilerse düşlerinde sıçradılar ancak.
Ne meleği? Ah geceydi gelen.
Görülmemiş bir gece değildi gelen gece;
onun gibi yüzlercesi geçip gider.
Sonra köpekler uyur, taşlar durur öylece.
Ah yaslı bir gece, ah herhangi bir gece
tekrar sabahın olmasını bekleyen.
Melekler böyle yakaranlara gelmez çünkü,
geceler genişlemez bunların çevresinde.
Kendini kaybedenleri her şey bırakır yüzüstü;
babalar onları terkederler,
kapanır onlara analar rahmi de.
15 Ocak 2010 Cuma
Bir CHP Klasiği: Türk Kürt Kardeştir Gerisi Davutyan - Arus YUMUL
CHP’li Öğüt “…soyadın Davutoğlu mu, Davutyan mı?” diye çıkışırken Davutoğlu’nun Kürt değil de Ermeni olduğunu ima ediyor: Türk-Kürt kardeş olduğuna göre ancak aile dışından birisi ailenin çıkarları veya ortak ülküsü aleyhine çalışabilir!..
RAB onu şöyle yanıtladı:
“Rahminde iki ulus var,
Senden iki ayrı halk doğacak,
Biri öbüründen güçlü olacak,
Büyüğü küçüğüne hizmet edecek.”
Yaratılış (25:23)
Bugünlerde herkes kardeşlikten söz ediyor. Kardeşlik güzel şey, barış, uyum, dostluk, yardımlaşma, dayanışma gibi olumlu çağrışımları olan, kolay kolay karşı çıkılamayacak bir kavram. Hele söz konusu olan evrensel kardeşlik olunca. Oysa kardeşlik ilişkisi aynı zamanda Habil ile Kabil örneğinde olduğu gibi kardeş katlini, Esav ile Yakup’un hikayesinde görüldüğü gibi eşitsizliği, Yusuf ile kardeşlerinin öyküsünün gösterdiği gibi kıskançlığı da içeren bir ilişki. Çiftçi olan Kabil, Tanrı’ya toprağın ürünlerini adar. Çoban olan kardeşi Habil ise “ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını” (Yaratılış, 4:4) getirir. Tanrı Kabil’in adağını reddeder, Habil’inkini kabul eder. Kabil buna çok kızar ve kıskançlık içinde Habil’i öldürür. Kabil artık döktüğü “kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altında”dır ( 4:11). Yakup önce ilk oğulluk hakkını açlıktan ölmek üzere olan ikiz kardeşi Esav’dan ekmek ve çorba karşılığında satın alır, daha sonra Esav’ın yerine geçip gözleri görmeyen babası İshak’ı kandırır ve babasının, kardeşi yerine kendisini kutsamasını sağlar. İshak Yakup’u “Kardeşlerine egemen ol, Kardeşlerin sana boyun eğsin” (Yaratılış, 27:29) diyerek kutsar. Yakup’un on iki oğlundan Yusuf, kendisini kıskanan kardeşleri tarafından önce ölmesi için kuyuya atılır, daha sonra kuyudan çıkarılıp yirmi gümüş karşılığında İsmaili’lere satılır.
Geniş aile olarak toplum
Toplumun metaforik kavramlaştırılması yaygın bir pratik. Bu metaforik imgelemenin en sık başvurulanlarından biri de toplumu bir aile olarak hayal etmek, toplumsal ilişkileri akrabalık metaforlarıyla anlamaya, anlaşılır kılmaya çalışmak. Akrabalık metaforları toplumu dikey olarak ana-baba çocuk, ağabey-kardeş; yatay olarak da kardeşlik ilişkisiyle birbirine bağlanan büyük bir aile olarak kurgular. Milliyetçi söylemde hem dikey hem de yatay aile metaforları dayanışma bağlarını güçlendirmek, toplumun birlik ve beraberliğine vurgu yapmak için sık sık kullanılır. Milliyetçilik bir yandan “modern-öncesi” olarak kurguladığı yerel ve ailevi bağlılıkları milli kimlik potasında eritmeye çalışırken, öte yandan milleti, mensuplarının aynı “ana” dili konuştuğu, aynı “ana”vatan ya da “baba” toprağını paylaştığı -”kız alıp kız vermek” sözünün de ortaya koyduğu gibi- özünde erkek “kardeş”lerin ruh birliğinin oluşturduğu kederde, tasada, kıvançta müşterek geniş bir aile olarak tahayyül eder. Milletin mensupları arasında kurgulanan bu sembolik akrabalık milletin ve milli kimliğin sınırlarını çizer. Kimin aileden sayılıp kimin sayılmayacağını, kimin millet denilen “muhayyel cemaatin” doğal üyesi olup kimin dışlanacağını önceden belirler. Ne de olsa “biz” duygusunun, biz/onlar ayrımının ilk geliştiği yer ailedir.
‘Türk müsün değil misin?’
Milliyetçi söylem dayanışma, birbirini kollama, karşılıklı görev ve sorumluluk bilinci ile birlik beraberlik ruhuna uygun hareket etme gibi özelliklerle donandığını varsaydığı ailenin ahlaki yapısını vurgulayıp, bu ahlaki yapıyı millet ölçeğine taşımaya çalışır.
Bunu yaparken bu davranış kodlarına uygun davranmayıp, aile ideolojisine karşı çıkanlara şüpheyle yaklaşır. Tıpkı zaman zaman ana babaların kendileri gibi davranmayan, düşünmeyen, aile birliğini bozguna uğratan “aykırı” çocuklarına hastanede başkasının çocuğuyla karıştırıldığından kuşkulandıklarını şaka yollu da olsa onlara ima etmeleri gibi aile kodlarına uygun davranmayanların mensubiyetini sorgulamaya açar. Amerikan NBS televizyonunun Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunu Kürdistan diye göstermesine hükümet ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu sessiz kalmakla suçlayan CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt “ Dışişleri Bakanı sen ne işe yararsın? Senin soyadın Davutoğlu mu, Davutyan mı? Bilelim de. Davutyan’san sen. Ermeni açılımı yapıyorsun. Senin adın ne kardeşim, soyadın ne? Sen Türk müsün? Türkiye Dışişleri Bakanı mısın?” diye çıkışırken neden Ermeni açılımından bahsetmek ihtiyacını duymakta ve neden Davutoğlu’nun Kürt değil de Ermeni olduğunu ima etmektedir? Sonuçta ülkenin bir parçası Kürdistan olarak gösterilmiştir, Ermenistan değil. Ama Türk-Kürt kardeş olduğuna göre bunu yapan ancak bir Ermeni olabilir.
Ne de olsa ancak aile dışından birisi ailenin çıkarları veya ortak ülküsü aleyhine çalışabilir. Zaten bu söyleme göre Abdullah Öcalan “Ermeni dölü,” PKK’lılar sünnetsiz gayrimüslimler, Ermenilerden özür dileyen aydınlara karşı düşmanca tavır takınmayan Abdullah Gül de Ermenidir. Aileden olsalardı böyle davranmaya gönülleri elvermezdi.
Aile metaforlarıyla bezenmiş bir toplum algısı özel ile kamusal alanı birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda karmaşık siyasi ve tarihi süreçleri duygusal ve ideolojik işlevler yüklenmiş bir dille basit, anlaşılır, tanıdık, bildik temalar etrafında kurgular. Aile metaforları siyasi meseleleri gündelik hayatın diline tercüme ederken topluluklar arasındaki ilişkileri özel alanının, özellikle de aile hayatının, idealize edilmiş norm ve değerlerine indirger.
Kardeşlik mi arkadaşlık mı?
Kürt sorunu tartışmalarında sıklıkla dile getirilen “kız alıp kız verme” argümanı da Kürtlerle Türklerin birlikteliğini kan bağı ile olmasa da evlilik yoluyla kurulan akrabalıkla, hısımlıkla ilişkilendirip aile bağları çerçevesinde değerlendir. Kardeşlik söylemi gibi, bu söylem de Kürtleri kurgulanan sembolik ailenin tabiî üyesi, dolayısıyla da birlik ve beraberliğin parçası haline getirirken, onların başkası olma hakkını inkar eder.
Hannah Arendt özel hayatın sıcaklığını, yakınlığını, doğallığını yüceltmekle birlikte siyasal yaşamın planlanmış, tasarlanmış doğasına işaret eder. Duyguların değil eylemin ön planda olduğu kamusal alan, katılımcılarına bir adım geriye çekilip birbirlerini soğukkanlılık ve nesnellikle değerlendirme olanağı tanıyan bireyler arası mesafeyi öngörür; kamusal alanda, özel alanın doğal ve yakın ilişkileri, vatandaşlar arasında kurulacak tarafsız, yansız bir dayanışma adına terk edilmelidir.
Büyük abi kim olacak?
Arendt bu yüzden siyasal yaşamın kardeşlik değil arkadaşlık üzerine kurulmasını savunur. Arkadaşlıkta iki hür ve eşit insan arasındaki karşılıklı ilişki, iki özgür iradenin birleşmesi söz konusudur. Oysa kardeşlik hem verili hem de hiyerarşik bir ilişkidir. “Büyük abinin” kim olduğu önem arz eder. Bu yüzden demokratik eşitlik idealine hizmet etmez. Arkadaşlık kardeşliğin aksine tercihi ve özgür tartışmanın gerektirdiği belirli bir mesafeyi içerir. Özel alanda bulunmayan, bizleri birbirimize bağlarken aynı zamanda ayıran bu mesafe, bu varoluşsal alan, bireylerin farklı pozisyonlar arasında dolaşmalarını, müşterek dünyalarına farklı açılardan bakmalarını mümkün kılarak hiç kimsenin tek başına kavrayamayacağı gerçekliği kavramalarını sağlar.
Arkadaşlığın temelinde birlik ve beraberlik değil, dünyayı insanileştiren özgür ve canlı bir görüş alışverişi, dünya ve gidişatı hakkında ardı arkası kesilmeyen bir tartışma yatar. Siyasi cemaatlerin oluşmasında tercihe dayalı arkadaşlık, kardeşlik bağları üzerine temellenen birlikteliklere kıyasla çok daha güvenilir ve kalıcı bir model oluşturur. Kriz zamanlarında, özellikle ortak düşmana karşı kardeşlik bağlarını harekete geçirmek kolaydır. Bu yüzden kardeşliğe vurgu yapan söylem Kürtlerin Türklerle Çanakkale’de birlikte savaştıklarını sürekli hatırlatmaktadır.
Teklik değil çokluk için
Ne de olsa “kardeşin düşmanlığı karşıdan düşman çıkıncaya kadardır.” Ancak tehlike geçtiği, ortak düşman ortadan kalktığı anda bu dayanışmanın kırılgan doğası açığa çıkar. Amerikalı Ermeni yazar Michael J. Arlen’a kendi kökenini araştırmak için gittiği Ermenistan’da bir Ermeni, “Bence Türklerle aramızdaki sorunun en kötü yönü neydi biliyor musun?” diye sorup kendi sorusunun cevabını yine kendisi verir: “Türkler ve Ermeniler kardeşti” der. Abdülhamit’e karşı güçlerini birleştiren İttihat ve Terakki ile Taşnak ilişkilerinin, 1908 yazında İstanbul sokaklarında sergilenen kardeşlik tezahürlerinin akıbeti hepimizin malumu.
Kardeşlik birlikte savaşmak için yeterliyken siyasal yaşamın temelini oluşturamaz. Nedeni aile metaforlarıyla kurgulanan millet anlayışının insana ait en başat özelliklerden birisi olan düşünce ve eylem hürriyetini önceden belirlenmiş kodlar çerçevesinde kısıtlamasıdır. Oysa siyasal alan farklı görüşlerin dile getirildiği, tarafların birbirlerini sadakat, görev, ihanet gibi duygu yüklü kavramlarla değerlendirmediği yeni sözlerin, yeni söylemlerin, beklenmeyenin dillendirildiği, tekliğin değil çoğulluğun hakim olduğu alandır.
18 Kasım 2009 Çarşamba
Mayakovski-1926
Yaşam
yepyeni bir biçimde
yeniden kurulacak.
İşte o zaman
yepyeni şarkılar söylenmeye başlayacak.
Böyle bir çağda
ağırlaşıyor sorunları
kalemin,
iyi ama, gösterin bana
sizi ey zavallı
hortlaklar sürüsü, hadi
Nerede görülmüştür
ve ne zaman
yüce bir kişinin,
Dikenli yolları bırakıp da
gül bahçelerini seçtiği?
Sözcükler
yönlendirir
insanoğlunun güçlerini.
Yürüyün!
Arkamızda
zaman patlasın
bir mayın gibi.
Bizim geçmişe sunacağımız
yanlızca
bukleleri
Rüzgarda
geriye savrulan saçlarımızın.
Eğlenceye ayrılacak yeri yok
gezegenimizin.
Yarınlardan
koparıp
almalıdır mutluluğu
insan.
Şu yaşamda
en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
yepyeni bir yaşama
başlamak.
22 Ekim 2009 Perşembe
Dinleyin-Vladimir Mayakovski
Dinleyin !
Bu yıldızları böyle
her gece
niçin yakarlar ?
Herhalde birisine gerekli diye?
Herhalde yanmalarını isteyen birisi var?
Ve herhalde birisi
bu balgam parçalarını
inci diye sayıklar?
Ve zorlayıp
bir öğle vakti kalkan toz borasını
Tanrı katına varır
geç kalmak korkusu yüreğinde
yalvarır
öper Tanrı' nın elini merhamet dilenerek
ağlar -
anlatır kendisine niçin bir yıldız
gerektiğini -
bu azaba yıldızsız katlanamayacağını
Ve sonra o birisi
gezdirir boğuntusunu diyar diyar
sakin gözükmeğe çalışarak:
"Şimdi daha iyisin değil mi?"
diye sorar
yoluna ilk çıkana
"Korkmuyorsun artık
değil mi?"
Dinleyin!
Yaktıklarına göre bu yıldızları
böyle
her gece
Birisinin işine yaramaları şart
öyle değil mi
ve şart olsa gerek
gene her gece
hiç olmazsa bir yıldızın yanıp sönmesi
Dicle'nin intiharı
Dicle Koğacıoğlu, Sabancı Üniversitesi’nde kadın konusunda ders veriyordu.
11/10/2009
Şiddet hem uygulayanı, hem maruz kalanı hem de üzerinde çalışanı mahvediyor
LEYLÂ PERVİZAT (Arşivi)
İstanbul’da bana çok benzeyen bir kadın intihar etti. İsmi Dicle Koğacıoğlu. Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. Dersler veriyor ve kadınlarla ilgili konularda çalışıp yazıyordu. Doktora tezlerimiz de aynı konu üzerineydi. Ailesine bir not bıraktı. İçinde “Çok acı var dayanamıyorum” yazan bir not.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre en fazla insan öldüren şiddet türü, intihar. Aile içi şiddetten, namus cinayetlerinden, terörden belki de en ilginci savaştan bile daha fazla insan intihar ederek ölüyor. Her 40 saniyede bir insan intiharı seçiyor. Yıllık ortalama 1 milyon kişi. Ancak, uzmanlara göre gerçek rakam bunun çok çok üzerinde. Dini tabular, kültürel nedenler ve “çözülemeyen vakalar” var. Tektanrılı dinlerin tümü intiharı en büyük günahları arasında sayıyor. İşte bu yüzden kimse ne söylüyor ne de soruyor. Uzun süre önce görüştüğüm bir din adamı bana bilmemeyi tercih ettiğini açıklamıştı. O zaman “Nasıl cenaze namazını kıldırırım?” diye de sormuştu. Katoliklerde ise intihar edenler mezarlığa kabul edilmiyorlar. Eskilerde yol kenarına bir yere gömülürlerdi. Şimdilerde daha fazla çözüm var. İntihar gelişmiş gelişmemiş ülke dinlemiyor. İsveç ve Hollanda’da intihar edenlerin sayısı, cinayete kurban gidenlerin iki katına denk geliyor.
Neden?
İntihar psikolojik, sosyal, kültürel, biyolojik ve çevresel faktörleri içinde barındıran karmaşık bir konu. Uzmanlara göre insan kendini çıkmazda ve “en güçsüz” hissettiği anda öldürüyor. İşin paradoksal yanı ise bu kendini güçsüz hissetmekte yatıyor. Bir insanın kendi canını alması yapabileceği en büyük güç gösterisi. Psikiyatristler de intihardan kurtulan hastaları tedavi ederken işte bu paradoksa arkalarını yaslayıp hastalarına yardımcı olmaya çalışıyorlar.
Canımıza niye kıyarız? Cevap çok karmaşık ve hüzünlü. Eğer Rus bir erkek iseniz uzmanlar alkolün önemli bir faktör olduğunu söylüyorlar. Avustralya’daki Aborijinler, Yeni Zelanda’daki Maoriler, ABD’deki Kızılderililer “topluma ait olmadıklarından” intihar ediyorlar. Burada siyasal ve ekonomik nedenler çok önem taşıyor. Tüm bu ülkelerde yaşanan ırkçılık göz önüne alınınca bu yerli cemaatlerin insanları “istenmedikleri ve insan gibi yaşayamadıkları” için canlarına kıyıyorlar. İsveç’te ise intihar eden bir erkeğin cesedi 6 ay bulunmuyor. Yani bu adamı 6 ay boyunca arayan olmamış. Arasa bile “neden ortalıklarda görünmüyor” diye merak etmemiş. Merak etse bile gidip aramamış.
Dicle de benim gibi namus cinayetleri üzerine çalışıyordu. Yani kendisi bir şiddet uzmanıydı. Şiddet hem uygulayanı, hem maruz kalanı hem de üzerinde çalışanı mahvediyor. İşin ilginç yanı ülkemizde şiddet üzerine çalışanlara destek olabilecek hiçbir mekanizma yok. Kendi çalışmalarımı yaparken yüzlerce otopsi raporunu okuyup hâkimlerin verdiği az cezalara isyan edip depresyona girince “yürüyüşe çıkıp kendimi rahatlatmam” önerilmişti. İşin daha garibi de depresyonda olduğumu kimseyi inandıramamam oldu. “Dışardan depresyona girmiş” görünmüyordum. Okuyordum, yazıyordum, çiziyordum, geziyordum. Bazıların diliyle biraz sıkılmıştım. Yürüyüşe çıkınca düzelirdim. Burada asıl akılda tutulması gereken bu işlerle uğraşanların travma yaşamamasını beklemenin anormalliği. Böylesine insan ruhunu yaralayan hikâyeleri dinleyip etkilenmemek için ya makine olmak lazım ya da şeytan.
Başka ülkelerde şiddetle uğraşanlara sistematik ve ücretsiz destek vermek akademik ve sağlık kurumlarının, devletin birimlerinin iç tüzüklerinde yer alır. Hatta bu desteği almakta gecikirseniz neden almadığınız sorgulanır. Yine de bu işi çok iyi yaptığını iddia eden ülkelerde bile ciddi eksikler var. Örneğin, ABD üniversitelerinde kadına yönelik şiddet üzerine çalışanlara ait, ne ve nasıl yapmaları gerektiğini anlatan gelişmiş bir el kitabı yok. Onlar da ya polisin ya da FBI’ın kullandığı kitapçıkları kullanıyorlar.
Şiddetle uğraşırken okuduğunuz raporlardan gördüğünüz ve duyduğunuz haksızlıklardan canınız yanıyor ve desteğiniz de olmayınca acıya dayanamadığınızı yazan bir not bırakıp kendinizi Boğaz köprüsünden atıyorsunuz. “Nasıl bir insanın başka insana böyle davranabildiği” gerçeği asıl insanı çıldırtıyor. Birinin öbürüne böylesine kötülük yapması/yapabilmesi insanı mahvediyor. İşte bu noktada yapılacak en gerekli şey oturup ağlamak. Kızılderililer ağlamanın sadece ağlayanı değil tüm insanlığın bilinçaltını şifaladığını söylerler. Bir de canının canına değdiği dostlar bulabilmek. Zaten o zaman burası yaşanılası bir yer oluyor. İsveç’teki ölüsü altı ay bulunamayan adamın böylesine bir dostu yok. Yeni Zelanda’da intihar eden 25 yaşındaki Maori’nin de böylesine bir dosta ihtiyacı var. O her şeyi olan Yeni Zelandalı beyaz adamın gelip ona “senin acın dinmedikçe ben de rahat uyuyamam” diyen bir dosta ihtiyacı var. Bu “senin yaşadığın benim gerçekliğim değil, sen bunu seçtiğin için yaşıyorsun” diyen duyarsız ve ukala bir sese hiç ihtiyacı yok.
Dicle’yi en son gördüğümde benden doktora tezimi istemişti. Kendisi şu anda her neredeyse, benim yazdıklarımı okumaktan daha iyi ve güzel şeyler yaptığına eminim. Tanrıdan ailesine sabır ve kendisine rahmet diliyorum.
LEYLÂ PERVİZAT Feminist araştırmacı ve kadının insan hakları savunucusu
15 Aralık 2008 Pazartesi
İhtiyat
Usluca oturmalı
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı
Öyle göz göze bakışmamalı
Olur olmaz gülüşmemeli
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı
Ölçülü konuşmalı - ölçülü davranmalı
İyisi mi - efendi efendi oturmalı
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı
Ve Aşk girer kapıdan içeri
ZAHRAD
24 Kasım 2008 Pazartesi
Öğretmek Sevmekle Başlar
"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim."
6 Kasım 2008 Perşembe
Göbek Çukuru
Androgynos denilen bu çeşit insanlar,yuvarlak sırtları ve böğürleriyle tostoparlak birşeydiler.
Bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek hem dişiydi.
Her birinin dört eli,dört bacağı vardı.
Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit,ama ters yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa,dört kulak,edep yerleri ve herşeyleri ona göre ikişerdi.
Yürürken istedikleri yöne doğru,bizim gibi adım atabilir,koşmak istedikleri zaman da tepetaklak,havaya fırlayan bacaklarıyla bir tekerlek olur,sekiz kola,bacağa birden dayandıkları için,döne döne uçar giderlerdi.
Ve bu insanlar birgün göğe tırmanmaya,tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.
Bunun üzerine Zeus ve diğer tanrılar aralarına görüşmüşler.
"İnsanlar hem kalsın,hem de kuvvetten düşüp hadlerini bilsinler,ikiye bölelim onları,hem zayıf kalsınlar,hem de sayıları artsın daha faydalı olsunlar.
Yine hadlerini bilmezlerse yeniden ikiye bölelim"kararını vermişler.
Zeus,insanları ikiye bölmüş.
Kestiği insanlar kesilen yerlerini görsünlerve bu cezayı unutmasınlar diye deyüzünü boyunlarıyla tersine çevrilmesini buyurmuş.
Apollon da insanların yüzlerini tersine çevirmiş,derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi birleştirmiş,orta yeri sıkı sıkı büzmüş ve bir tek delik bırakmış.
İşte biz buna,"göbek"diyoruz.
Sonra buruşuklukları düzeltmişama eski halleriniunutmasınlar ve baktıkça hatırlasınlar diye,göbeğin etrafında birkaç kırışık bırakmış.
İnsanın yapısı böylece ikileşince,her yarıdiğer yarısını özleyip üstüne atlıyor,kollarını birbirine sarıp,yeniden bir bütün haline gelmek arzusuyla kucaklaşıyor,birbirinden ayrı hiçbirşey yapamadıkları için,açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış.
Yarılardan biri ölünce,sağ kalan,bir başkasını arıyor,on sarılıyormuş,rastgele sarıldığı bu
insanbir dişi yarısı da olabiliyormuş,bir erkek yarısı da.
Böylece insan soyu azalmaya başlamış.
Bu durumda Zeus başka bir çare bulmuş,insanların edep yerlerini de önlerine getirmiş,
Edep yerleri öne alınınca, insanlar sarıldıklarına çiftleşiyorlarmış.
Zeus'un amacı da buymuş zaten,ve böylece insan yeniden çoğalmaya başlamış...
Sevgi,bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor,iki varlığı tek varlık haline getiriyor.
Her birimiz bir insan symbolon'un,tamamlayıcı parçasıyız.
Hep tamamlayıcı parçamızı arar dururuz.
İnsanların karşısına kendi yarısı çıktığında vurulmuşa dönerler,bir an için bile ondan ayrılmak istemezler.
Bütün ömürlerini birlikte geçirmek isteyen bu insanlar,birbirlerinden ne istediklerini
anlatamazlar size.
Kimse diyemez ki,onları bu kadar coşkuyla birleştiren zevk sadece bir cinsel arzudur.
Bu iki candan her birinin aradığı bambaşka bir şeydir,istediklerini duyar,sezer,anlatamazlar.
"Sevdiğine kavuşmak,onda erimek,iki ayrı varlıkken bir tek olmak"
Evet,biz birdik.Sevgi dediğimiz şey,yaradılışımızdaki bütünlüğü arzulamak,aramaktır.
Eflatun-Şölen
6 Ekim 2008 Pazartesi
Özdemir Asaf
Ben çalışmam, yaşarım. Çalışmak bence yaşamanın bir koludur da onun için. Ama düşünmek, o zaman doktorlarca yaşarım ama bana kalırsa ben ona başka şey derim, yaşamak demem. Olaylar insanlara bağlıdır, durumlar düşüncelere.
Aşk bir olay mıdır, bir durum mudur? Bazılarına göre olaydır, ben onlarla beraber değilim. Bazılarına göre bir durumdur, ben onlarla beraberim. Olayını süresi mi kalır, durumun izahı mı ? olay, herkesin havası, suyu, oksijenidir. Durum herkesin değildir, ona yetişkin olanlarındır.
Yani kısaca:
Ben yoksam aşk da yok
O yoksa aşk da yok
O varsa aşk da yok
bilmem anlattım mı ?
hiç sanmayorum. ama kimse bir şey anlayamaz, yani kimseye bir şey anlatılamaz, onu anlamak lazımdır.''
30 Eylül 2008 Salı
Angelus Novus
23 Ocak 2008 Çarşamba
Ahlak ve Su Çatlağı
Etyen Mahçupyan
28/01/2007
***
Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki "Oğul aradık seni bulduk, burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim.
"Peki amca ararım" dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş.
Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.
Gittim dükkanlarına sordum "Böyle birini tanır mısınız?"
Dükkandaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi.
Sordum "Annen nerede?"
Fransa’da yaşadığını senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan terkettiği köyüne gittiğini anlattı.
Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.
Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum.
"Abi" dedi "Ben getirecem ama burada bir amca var bişeyler diyor" dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi.
Kızdım amcaya "Neden ağlatıyosun kızı" dedim.
"Oğlum" dedi "Bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu" dedim.
Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.
Doğrudur Ermenilerin hakikaten bu ülkede bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel "Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz" diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:
"Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için…"
Teşekkür ederim…