15 Aralık 2008 Pazartesi

İhtiyat

İhtiyatlı olmalı - temkinli davranmalı
Usluca oturmalı
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı

Öyle göz göze bakışmamalı
Olur olmaz gülüşmemeli
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı

Ölçülü konuşmalı - ölçülü davranmalı
İyisi mi - efendi efendi oturmalı
Bakarsınız ansızın açılıverir kapı

Ve Aşk girer kapıdan içeri

ZAHRAD

24 Kasım 2008 Pazartesi

Öğretmek Sevmekle Başlar

Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve ayni çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi. Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir basari gösterip, avukat, doktor ya da işadamı olduklarını ortaya çıkardılar.Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yasadıkları için, her biriyle buluşma sansı oldu. "O koşullarda nasıl bu kadar basarili oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep ayniydi: "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde."Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, basarili birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu. Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:
"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim."

6 Kasım 2008 Perşembe

Göbek Çukuru

İnsanın bir zamanlar bir çeşidi vardı.
Androgynos denilen bu çeşit insanlar,yuvarlak sırtları ve böğürleriyle tostoparlak birşeydiler.
Bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek hem dişiydi.
Her birinin dört eli,dört bacağı vardı.
Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit,ama ters yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa,dört kulak,edep yerleri ve herşeyleri ona göre ikişerdi.
Yürürken istedikleri yöne doğru,bizim gibi adım atabilir,koşmak istedikleri zaman da tepetaklak,havaya fırlayan bacaklarıyla bir tekerlek olur,sekiz kola,bacağa birden dayandıkları için,döne döne uçar giderlerdi.
Ve bu insanlar birgün göğe tırmanmaya,tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.
Bunun üzerine Zeus ve diğer tanrılar aralarına görüşmüşler.
"İnsanlar hem kalsın,hem de kuvvetten düşüp hadlerini bilsinler,ikiye bölelim onları,hem zayıf kalsınlar,hem de sayıları artsın daha faydalı olsunlar.
Yine hadlerini bilmezlerse yeniden ikiye bölelim"kararını vermişler.
Zeus,insanları ikiye bölmüş.
Kestiği insanlar kesilen yerlerini görsünlerve bu cezayı unutmasınlar diye deyüzünü boyunlarıyla tersine çevrilmesini buyurmuş.
Apollon da insanların yüzlerini tersine çevirmiş,derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi birleştirmiş,orta yeri sıkı sıkı büzmüş ve bir tek delik bırakmış.
İşte biz buna,"göbek"diyoruz.
Sonra buruşuklukları düzeltmişama eski halleriniunutmasınlar ve baktıkça hatırlasınlar diye,göbeğin etrafında birkaç kırışık bırakmış.
İnsanın yapısı böylece ikileşince,her yarıdiğer yarısını özleyip üstüne atlıyor,kollarını birbirine sarıp,yeniden bir bütün haline gelmek arzusuyla kucaklaşıyor,birbirinden ayrı hiçbirşey yapamadıkları için,açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış.
Yarılardan biri ölünce,sağ kalan,bir başkasını arıyor,on sarılıyormuş,rastgele sarıldığı bu
insanbir dişi yarısı da olabiliyormuş,bir erkek yarısı da.
Böylece insan soyu azalmaya başlamış.
Bu durumda Zeus başka bir çare bulmuş,insanların edep yerlerini de önlerine getirmiş,
Edep yerleri öne alınınca, insanlar sarıldıklarına çiftleşiyorlarmış.
Zeus'un amacı da buymuş zaten,ve böylece insan yeniden çoğalmaya başlamış...
Sevgi,bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor,iki varlığı tek varlık haline getiriyor.
Her birimiz bir insan symbolon'un,tamamlayıcı parçasıyız.
Hep tamamlayıcı parçamızı arar dururuz.
İnsanların karşısına kendi yarısı çıktığında vurulmuşa dönerler,bir an için bile ondan ayrılmak istemezler.
Bütün ömürlerini birlikte geçirmek isteyen bu insanlar,birbirlerinden ne istediklerini
anlatamazlar size.
Kimse diyemez ki,onları bu kadar coşkuyla birleştiren zevk sadece bir cinsel arzudur.
Bu iki candan her birinin aradığı bambaşka bir şeydir,istediklerini duyar,sezer,anlatamazlar.
"Sevdiğine kavuşmak,onda erimek,iki ayrı varlıkken bir tek olmak"

Evet,biz birdik.Sevgi dediğimiz şey,yaradılışımızdaki bütünlüğü arzulamak,aramaktır.

Eflatun-Şölen

6 Ekim 2008 Pazartesi

Özdemir Asaf

"İnsanlar olayların içinde onların akışıyla gidebilirler. Olayların içinde durumlar vardır. İnsanlardan bazıları bu durumlara takılır veya bu durumlarda kalabilirler. O zaman olay devam eder, insan kalır. O zaman yaşantı ve yaşantılar durur ya da değişir; düşünce başlar ya da çoğalır.. ya da hızlanır. İşte bu örgü insanların olaylarla ilişkisinde önemli değişmeler çıkarır ortaya. O zaman biri kendisini gülerken, ağlarken, düşünürken ya da ne bileyim ne zaman, nasıl yaktığını bilmediği sigarasını içerken yakalar. Öyleleri de olur ki onlar da kendilerini, başlangıcını bilmedikleri bir hapsolmuş olmanın içinde bulurlar. Kendilerini severken takip eden insanlar olduğu gibi, kendilerini sevmiş bulan insanlar da vardır. Olayların içindeki insanlara düşünceden, düşüncelerinin içindeki insanlara olaylardan bahsedemezsiniz, yabancıdırlar.

Ben çalışmam, yaşarım. Çalışmak bence yaşamanın bir koludur da onun için. Ama düşünmek, o zaman doktorlarca yaşarım ama bana kalırsa ben ona başka şey derim, yaşamak demem. Olaylar insanlara bağlıdır, durumlar düşüncelere.
Aşk bir olay mıdır, bir durum mudur? Bazılarına göre olaydır, ben onlarla beraber değilim. Bazılarına göre bir durumdur, ben onlarla beraberim. Olayını süresi mi kalır, durumun izahı mı ? olay, herkesin havası, suyu, oksijenidir. Durum herkesin değildir, ona yetişkin olanlarındır.
Yani kısaca:

Ben yoksam aşk da yok
O yoksa aşk da yok
O varsa aşk da yok

bilmem anlattım mı ?
hiç sanmayorum. ama kimse bir şey anlayamaz, yani kimseye bir şey anlatılamaz, onu anlamak lazımdır.''

30 Eylül 2008 Salı

Angelus Novus


Klee’nin “Angelus Novus” adlı bir resmi vardır. Gözlerini dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmakta görünen bir meleği canlandırır. Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü mecburen böyle olmalıdır. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar dizisi gördüğümüz yerde o yalnızca tek bir felaket görmektedir. Yıkıntı üzerine yıkıntı yığıp onun ayağının dibine iten bir felaket. Biraz daha kalmak, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış olanı biraraya getirmek ister melek. Fakat, cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır, ve bu fırtına o denli güçlüdür ki melek artık onları kapatamaz. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe doğru karşı konulamaz biçimde itmektedir; öte yandan da gözünün önünde yıkıntılar birikmektedir göğe dek. Bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir. -Walter Benjamin, 9. Tez

hazırım kanat çırpmaya
"dönsem", derim, "dönsem geriye"
bir an daha kalırsam burada
korkarım hiç dönemem diye

23 Ocak 2008 Çarşamba

Ahlak ve Su Çatlağı

Modern dünya, toplumsal hayatı mümkün kılabilecek bir 'ortak ahlak' üretmek açısından pek başarılı olamadı. Liberalizm, dayandığı göreceli algılama nedeniyle ahlaki kodları tüm topluma yaygın kılmakta aciz kaldı, çünkü bireyin söz konusu 'doğru' davranış kalıplarını kendi başına saptamasını meşru kılmaktaydı.Bugün Batı dünyasının bu sorunla nihayet yüzleşmesi demokratlığı gündeme getirmekte. Ötekini dikkate almayan, kendi kimliğini ötekinin içinden ve onunla birlikte kurma yatkınlığına sahip olmayan toplumlarda sağlıklı bir ahlaki zeminin oluşmayacağı giderek idrak ediliyor. Çünkü gerçek toplumlar daima çeşitlilik içerir ve söz konusu heterojenlik içinde size benzemeyenle sizi aynı çerçeve içine alan bir etik algılamaya ihtiyaç vardır. Bu ise demokratlığı modern dünyada ahlak üretebilmenin önkoşulu kılar. Ötekini kendinize eşit göremezseniz, onunla hangi ahlakı paylaşabilirsiniz?Türkiye gibi ülkeler ise bu açıdan daha da sorunludur. Bizde ahlak, kadim insani ve İlahi zeminini çoktan yitirmiş durumda. Bazı insanların inanca dayalı ahlaki duruşları artık sadece kişisel bir iç dünya tercihi olarak yaşanabilmekte. Bu, Batı'daki gibi özgürce yaşanabilen, konuşulabilen, dolayısıyla ahlaki tutumumuzu kuşatan bir bireysellik bile değil. Öte yandan aynı baskı ortamı sadece dinsel değil her türlü la-dini demokrat açılımı da engelliyor... Bu nedenle de inancı tehlikeli sayarak kamusallığın dışına iten otoriter laiklik, gerçekte vahim bir ahlaki boşluk üretmekte. Bugün elimizde ne kadim geçmişten miras edindiğimiz toplumsallaşmış bir ortak ahlaki zemin var ne de onun yerine geçebilecek, demokratlıktan beslenen bir birliktelik iradesi.Cumhuriyet'le birlikte devlet adına davrananlar bir 'millet' üretmek üzere yola çıkarken, otoriterlikten ayrılmadan, yani toplumu işin içine katmadan bir ahlak önermenin de yolunu aradılar. Milliyetçilik bu açıdan son derece uygun gözüküyordu, çünkü hem otoriter zihniyetin uzantısıydı hem de farklılıkların üstünü örttüğü için toplumu bir anda milletleştiriyordu. Böylece millet için önerilen ideolojik bir ahlaki kodun, gerçekte toplum oluşturmak için de yeterli olacağı varsayıldı. Derken bir adım daha ileri gidilerek, bu kodun topluma zorla empoze edilmesi millet olmanın önkoşulu sanıldı.Bu ahlaki kod resmi ideolojideki 'vatandaşlık' tanımından ve beklentisinden başka bir şey değil... Bizde 'vatandaşlık' milletin üyesi olmak için toplumun sahip olması gereken birtakım fikir ve davranış kalıplarını ima eder. Ahlak ise bireyin söz konusu fikir ve davranışları benimsemeye ne derece yatkın olduğuyla ilintilidir. Kısacası milliyetçi ideoloji altında aslında ahlak gerçek niteliğini yitirir... Çeşitlilik içeren bir toplumun birlikteliğini mümkün kılan bir kabuller manzumesi olmaktan çıkar, bu çeşitliliği boğduğu ölçüde toplumu gayrı insanileştiren bir kimliksel faydacılığa meyleder.O nedenle bugün birtakım insanlar, örneğin 'hepimiz Ermeni'yiz' sloganını hazmedemiyorlar. Haksızlığa uğramış birinin kimliğini paylaşma isteğini anlamıyor, bunun insan olduğumuzun beyanı olduğunu fark edemiyorlar. O insan sırf Ermeni olduğu için öldürülmüşken, inanılmaz bir şekilde Ermeni kimliğinin içinden 'analizler' yapmaya yelteniyorlar. Ama asıl mide bulandırıcı olan ise bu tür tiplerin bir de çıkıp 'dostum Hrant' demeleri... Ötekinin ölümünü bile kendi ahlaksızlığına malzeme yapan bir 'ahlak' mı Türkiye'yi geleceğe taşıyacak? Kendinden memnun bir duyarsızlığın pespayeliğinden sahih bir duygunun, sahih bir kimliğin çıkması mümkün mü?Değil elbet... Türkiye bu değil. 'Türk' de bu değil. Bu topraklar kimlik fetişizmine kapılmadan kendi içindeki ahlaksızlığı bir safra gibi atacak geleneğe ve güce sahip. Hatırlamak için yürek gerekiyor olsa da...
Etyen Mahçupyan
28/01/2007




***

Bir Hikaye :

Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki "Oğul aradık seni bulduk, burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim.
"Peki amca ararım" dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş.
Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.
Gittim dükkanlarına sordum "Böyle birini tanır mısınız?"
Dükkandaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi.
Sordum "Annen nerede?"
Fransa’da yaşadığını senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan terkettiği köyüne gittiğini anlattı.
Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.
Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum.
"Abi" dedi "Ben getirecem ama burada bir amca var bişeyler diyor" dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi.
Kızdım amcaya "Neden ağlatıyosun kızı" dedim.
"Oğlum" dedi "Bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu" dedim.
Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.

Doğrudur Ermenilerin hakikaten bu ülkede bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel "Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz" diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:
"Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için…"

Teşekkür ederim…