23 Ocak 2008 Çarşamba

Ahlak ve Su Çatlağı

Modern dünya, toplumsal hayatı mümkün kılabilecek bir 'ortak ahlak' üretmek açısından pek başarılı olamadı. Liberalizm, dayandığı göreceli algılama nedeniyle ahlaki kodları tüm topluma yaygın kılmakta aciz kaldı, çünkü bireyin söz konusu 'doğru' davranış kalıplarını kendi başına saptamasını meşru kılmaktaydı.Bugün Batı dünyasının bu sorunla nihayet yüzleşmesi demokratlığı gündeme getirmekte. Ötekini dikkate almayan, kendi kimliğini ötekinin içinden ve onunla birlikte kurma yatkınlığına sahip olmayan toplumlarda sağlıklı bir ahlaki zeminin oluşmayacağı giderek idrak ediliyor. Çünkü gerçek toplumlar daima çeşitlilik içerir ve söz konusu heterojenlik içinde size benzemeyenle sizi aynı çerçeve içine alan bir etik algılamaya ihtiyaç vardır. Bu ise demokratlığı modern dünyada ahlak üretebilmenin önkoşulu kılar. Ötekini kendinize eşit göremezseniz, onunla hangi ahlakı paylaşabilirsiniz?Türkiye gibi ülkeler ise bu açıdan daha da sorunludur. Bizde ahlak, kadim insani ve İlahi zeminini çoktan yitirmiş durumda. Bazı insanların inanca dayalı ahlaki duruşları artık sadece kişisel bir iç dünya tercihi olarak yaşanabilmekte. Bu, Batı'daki gibi özgürce yaşanabilen, konuşulabilen, dolayısıyla ahlaki tutumumuzu kuşatan bir bireysellik bile değil. Öte yandan aynı baskı ortamı sadece dinsel değil her türlü la-dini demokrat açılımı da engelliyor... Bu nedenle de inancı tehlikeli sayarak kamusallığın dışına iten otoriter laiklik, gerçekte vahim bir ahlaki boşluk üretmekte. Bugün elimizde ne kadim geçmişten miras edindiğimiz toplumsallaşmış bir ortak ahlaki zemin var ne de onun yerine geçebilecek, demokratlıktan beslenen bir birliktelik iradesi.Cumhuriyet'le birlikte devlet adına davrananlar bir 'millet' üretmek üzere yola çıkarken, otoriterlikten ayrılmadan, yani toplumu işin içine katmadan bir ahlak önermenin de yolunu aradılar. Milliyetçilik bu açıdan son derece uygun gözüküyordu, çünkü hem otoriter zihniyetin uzantısıydı hem de farklılıkların üstünü örttüğü için toplumu bir anda milletleştiriyordu. Böylece millet için önerilen ideolojik bir ahlaki kodun, gerçekte toplum oluşturmak için de yeterli olacağı varsayıldı. Derken bir adım daha ileri gidilerek, bu kodun topluma zorla empoze edilmesi millet olmanın önkoşulu sanıldı.Bu ahlaki kod resmi ideolojideki 'vatandaşlık' tanımından ve beklentisinden başka bir şey değil... Bizde 'vatandaşlık' milletin üyesi olmak için toplumun sahip olması gereken birtakım fikir ve davranış kalıplarını ima eder. Ahlak ise bireyin söz konusu fikir ve davranışları benimsemeye ne derece yatkın olduğuyla ilintilidir. Kısacası milliyetçi ideoloji altında aslında ahlak gerçek niteliğini yitirir... Çeşitlilik içeren bir toplumun birlikteliğini mümkün kılan bir kabuller manzumesi olmaktan çıkar, bu çeşitliliği boğduğu ölçüde toplumu gayrı insanileştiren bir kimliksel faydacılığa meyleder.O nedenle bugün birtakım insanlar, örneğin 'hepimiz Ermeni'yiz' sloganını hazmedemiyorlar. Haksızlığa uğramış birinin kimliğini paylaşma isteğini anlamıyor, bunun insan olduğumuzun beyanı olduğunu fark edemiyorlar. O insan sırf Ermeni olduğu için öldürülmüşken, inanılmaz bir şekilde Ermeni kimliğinin içinden 'analizler' yapmaya yelteniyorlar. Ama asıl mide bulandırıcı olan ise bu tür tiplerin bir de çıkıp 'dostum Hrant' demeleri... Ötekinin ölümünü bile kendi ahlaksızlığına malzeme yapan bir 'ahlak' mı Türkiye'yi geleceğe taşıyacak? Kendinden memnun bir duyarsızlığın pespayeliğinden sahih bir duygunun, sahih bir kimliğin çıkması mümkün mü?Değil elbet... Türkiye bu değil. 'Türk' de bu değil. Bu topraklar kimlik fetişizmine kapılmadan kendi içindeki ahlaksızlığı bir safra gibi atacak geleneğe ve güce sahip. Hatırlamak için yürek gerekiyor olsa da...
Etyen Mahçupyan
28/01/2007




***

Bir Hikaye :

Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki "Oğul aradık seni bulduk, burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim.
"Peki amca ararım" dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş.
Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.
Gittim dükkanlarına sordum "Böyle birini tanır mısınız?"
Dükkandaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi.
Sordum "Annen nerede?"
Fransa’da yaşadığını senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan terkettiği köyüne gittiğini anlattı.
Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.
Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum.
"Abi" dedi "Ben getirecem ama burada bir amca var bişeyler diyor" dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi.
Kızdım amcaya "Neden ağlatıyosun kızı" dedim.
"Oğlum" dedi "Bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu" dedim.
Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.

Doğrudur Ermenilerin hakikaten bu ülkede bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel "Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz" diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:
"Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için…"

Teşekkür ederim…